Porsuk Köyü SİVAS
  MAKALE - 2
 


Peygamber'i gerçekten sevebilseydik


Eğer peygamberimizi anlayabilseydik; onu gerçekten yürekten sevebilseydik, bugün yaşadıklarımızı yaşamamamız gerekirdi.
 
Bundan tam 1440 yıl önce alemlere bir nur gibi doğan, karanlıkları aydınlık ufuklara çeviren, azgınlıkları, sapkınlıkları, akıl almaz insanlık dışı olaylarıbir bir ortadan kaldıran, iki cihanın kurtarıcısı Hz. Muhammed (s.a.v) dünyaya teşrif etmiştir. 

Aradan geçen 1440 yıl onun sevgisini, kalplerdeki muhabbetini yok edememiş desek pek doğru söylemiş olmayız. 

Eğer peygamberimizi anlayabilseydik; onu gerçekten yürekten sevebilseydik, bugün yaşadıklarımızı yaşamamamız gerekirdi. 

Bakın halimize ateşe koşan kelebekler gibi, hızla günahlara koşuyoruz. 

Dünyaya olan meylimiz, her an katlanarak büyürken, ölüm sonrası hayatı aklımıza getirmek dahi istemiyoruz. 

Sevgili peygamberimizin uygun görmediği ve yaşamı boyunca mücadele ettiği İslam dışı yaşam koşullarıyla hayatımızı düzenliyoruz. 

Dünya hırsı yüreğimizi kasıp kavururken, kalbimizle tasdik edemediğimiz yalnızca dilimizle söylemeye çalıştığımız bir peygamber sevgisi ağır basıyor, günlük hayatımızda. 

Eğer bugünlerde; 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Paçalarımıza kadar günaha bulaşır mıydık? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Evlerimizi ateş topuna dönüştüren bir yaşam modeliyle, yaşamımızı devam ettirir miydik? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Ticarette, siyasette, riyasette onun belirlediği kuralları hiçe sayarak, firavunsu bir yapıyla, yalnızca kazanımlar ve edinimler uğruna iki dünyamızı da zehir eder miydik? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Evlerimize günah saçan pislik ve lağım kokulu programlarla, bizlerin zamanını anlamsızca harcayan zaman hırsızı televizyon kanallarına, ailece her akşam bağlanıp kalır mıydık? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Faiz bu dönemde günah sayılmaz, ortam bunu gerektiriyor deyip, dinden çıkma pahasına faizi meşrulaştırır mıydık? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Kalbimize kin ve öfke tohumlarını ekip, kardeşliği, sevgiyi insani değerleri bir bir tüketir miydik? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Onun yasakladığı her şeyi hayatımızdan çıkarmaz mıydık? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

İbadetlerimizi onun yaptığı gibi eksiksiz ve Allah a teslimiyet duygusuyla  yapmaya, kendimizi adamaz mıydık? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Gün içerisinde farklı maskeler kullanarak, olduğumuz gibi görünmeyip, göründüğümüz gibi olamadan bir hayat yaşamayı kendimize ilke edinir miydik?

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Çocuklarımızın ismini onun tavsiye ettiği isimler dışından seçmeyi kendimize abesle iştigal olarak görmez miydik? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Dünya içine Allah diyenlerden olur muyduk? 

Peygamberimizi gerçekten sevebilseydik; 

İbadetlerimizi yerine getirirken Allah la bütünleşerek, 

Namazı dosdoğru kılan, 

Zekâtı hakkıyla veren, 

Orucu vücudunun tüm uzuvlarıyla tutan, 

Hacca Allah a daha da yakınlaşmak için giden, 

Kelimeyi şahadeti getirirken vücudundaki tüm damarlarıyla Müslüman olduğunu hisseden, kullardan olmaz mıydık? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Onu anlamayan, ona karşı olan, onun söylediklerini yalanlayan, ona iftira atanlarla savaşmayı kendimize ilke edinmez miydik? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Her gün onu belirli aralıklarla kalbimizde hissedip, babasına özlem duyan bir çocuk edasıyla onun yokluğunu yüreğimizde hissedip, onun hasretiyle yanıp kavrulmaz mıydık? 

Peygamberi gerçekten sevebilseydik; 

Aynı dine inanan din kardeşleri olarak sonuçta dünyada kalacak edinimler uğruna birbirlerinin canına, malına kast edenlerden olur muyduk? 

Peygamberi gerçekten sevseydik; uyuşturucu, alkol, kumar batağında çırpınan Müslümanların her geçen gün sayılarının arttığı bir dünyada yaşar mıydık? 

Şimdi elimizi kalbimizin üzerine koyup sevgili peygamberimizi kalbimizde ne kadar hissedebildiğimizi test edelim... 

Eğer kalp atışlarımız onun ismini zikrettiğimizde aniden yükselmiyorsa, ona olan özlemimiz kalbimizi yakıp kavurmuyorsa, Mübarek adını her duyduğumuzda gözlerimiz buğulanmıyorsa peygamber sevgimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekir. 

Bizler peygamberi gerçekten sevebilsek ve onu anlayabilseydik 

Bu gün içine düştüğümüz karanlıkların içerisinde boğulmaz, sonu aydınlık olan ahret yolculuğundan asla korkmazdık... 

Alıntı: Muammer YILDIZTAŞI

www.epruli.com   21.02.2011




F.BİRIŞIK.08.09.2009

 

Altın Suyuna Batırılmış Sözler 
Nuh (Aleyhisselam)

* Evladım, sana bir nasihatta bulunacağım. Sen de onu aklına iyice yerleştir ki, unutmayasın. Sana iki tavsiyede bulunup, iki şeyden de sakınmanı salık veririm: Tavsiye edeceğim iki şeyin Allah’a tevekkülü artırdıklarını, Allah azze ve celle’nin de bunlardan memnun olup yarattıklarıyla arasını düzelttiğini gördüm.

Birincisi: “Subhanallahi ve bihamdihi” (Ona hamd ederek övmekle birlikte, Allah’ı tüm noksanlıklardan tenzih ederim.) sözüdür. Bu, yaratılmışların duasıdır, onlar bununla rızıklandırılırlar.

İkincisi: “La ilahe illallahu vahdehu la şerike lehu” (Allah’tan başka ilah yoktur, o birdir, onun ortağı yoktur.) sözüdür. Eğer gökler ve yer bir halka oluşturuyor olsalardı bu söz onları çatlatırdı. Eğer terazinin bir kefesinde olmuş olsalardı, bu söz onlara ağır basardı.

Sakınmanı tavsiye edeceğim iki şeye gelince, bunlar da, şirk ve kibirdir. Eğer kalbinde şirkten ve kibirden hiçbir şey olmaksızın Allah’a kavuşmayı başarabilirsen, bunu mutlaka yap.

İsa (Aleyhisselam)

* İnsanların, hakkında konuşmaları seni üzmesin. Söyledikleri şey yalansa, işlemediğin bir iyilik kazanmış olursun. Söyledikleri şey doğruysa da, cezasını hemen gördüğün için bir günahtan kurtulmuş olursun. (sf. 7)

* Hayır üç şeyle elde edilir: Konuşmakla, bakmakla, susmakla. Konuşması Allah’ı anmak için olmayan boşa konuşur, bakışları amaçsız olan, görülmesi gerekeni görmez, hiçbir şey düşünmeksizin susan boşa vakit geçirir.

Muhammed (Sallallahu Aleyhi Ve Selem)

* Ben, haklı bile olsa tartışmayı bırakan kimse için Cennet’in kenar taraflarında, şaka bile olsa yalanı bırakan için Cennet’in aşağı kısımlarında, ahlakı güzel olan içinse cennetin en yüksek kısmında bir eve kefilim. (Ebu Davud, hd no:4800, el-Elbani “es-Sahiha”da hadisi sahihlemiştir. hd no:273) (sf. 9)

* Kimin kaygısı ahiret olursa, Allah onun zenginliğini kalbine yerleştirir, işini derleyip toplar ve dünya ona istemeye istemeye gelir. Kimin de kaygısı dünya olursa, Allah onun fakirliğini önüne koyar, işini dağıtır, dünyadan ise ona ancak kendisine yazılan az bir miktar gelir. (ez-Tirmizi, hd no:2465; İbn Mace, hd no:4105; el-Elbani “es-Sahiha”da hadisi sahihlemiştir, hd no:1325) (sf. 10)

Lokman (Aleyhisselam)

* Kötülük sahibinden sakın. O, çekilmiş bir kılıç gibidir, görünüşü hoşa gider ama bıraktığı sonuç çirkindir. Hiç kimseyi de görünüşünün çirkinliği ve elbisesinin eskiliği sebebiyle küçümseme, çünkü Allah kalplere bakar ve amellere göre karşılık verir. (sf. 13)

Ebubekir Es-Sıddık (Radıyalllahu Anhu)

* Ey Allah’ın kulları, siz sizin tarafınızdan bilinmeyen bir ecele doğru yol almaktasınız. Eğer Allah için amel ederek bu süreyi tamamlamayı başarabilirseniz, bunu yapın; ama bunu ancak Allah’ın yardımı ile başarabilirsiniz. Sizler için belirlenen vakitler (ecelleriniz) gelip de, sizi işlediğiniz kötülüklerin sonuçlarına ulaştırmadan önce hayırda yarışın. Zira bir takım topluluklar, bu ecellerin hep başkaları için olduğunu zannederek kendilerini unuttular. Sakın sizler de onlar gibi olmayın. (sf. 14)

Ömer İbnu’l-Hattab (Radıyallahu Anhu)

* Seni ilgilendirmeyen konuda konuşma, düşmanını tanı, güvenilir olan dışında dostundan sakın; Allah’tan korkan dışında güvenilir kimse yoktur. Fâcirle birlikte olma ki, sana fücurunu öğretmesin, sırrını öğrenmesin. İşini Allah’tan korkan dışında kimseye danışma. (sf. 16)

* Bir kimse, Allah’a karşı mütevazı olduğunda burnundan gem kalkar. (Zelil olmaktan kurtulup aziz olur.) Ona denir ki: “Kalk, Allah seni yükseltsin.” O kendince küçük ama insanların nazarında büyüktür. Bir kimse de büyüklenip haddini aştığında Allah onu yere çalar. Ona denir ki: Defol, Allah seni alçaltsın. O kendince büyük ama insanlar nazarında küçüktür. Hatta onlara göre domuzdan daha aşağılıktır. (sf. 18)

Ali İbn Ebi Talib (Radıyallahu Anhu)

* Evladım, şu dört şeyi ve ardından söyleyeceğim diğer dört şeyi aklında tut. Bunları bilerek hareket edersen zarar görmezsin: En büyük zenginlik akıllılık, en büyük fakirlikse ahmaklıktır; en kötü yalnızlık gururluluk, en şerefli soyluluk güzel ahlaklılıktır. Evladım, yalancıyla arkadaşlıktan sakın, zira o senden uzak olanı sana yaklaştırır, sana yakın olanı senden uzaklaştırır. Ahmakla arkadaşlıktan sakın, çünkü o sana iyilik yapmak isterken kötülük yapar. Cimriyle arkadaşlıktan sakın, çünkü o en çok ihtiyacın olan şeyi senden esirger. Facirle (günahkarla) arkadaşlıktan sakın, çünkü o seni çok ucuza satar. (sf. 21)

Abdullah İbn Abbas (Radıyallahu Anhu)

* Ey günah sahibi kişi, o günahın getireceği kötü sondan kendini güvende zannetme. Bir günah işlerken peşinden daha büyüğünü işlemek de vardır, zira günah işlerken sağındakinden ve solundakinden utanmaman işlediğin günahtan daha büyüktür, Allah’ın sana ne yapacağını bilmez halde gülmen günahtan daha büyüktür, günahı işlediğinde sevinç duyman günahtan daha büyüktür, günah işlemeyi kaçırdığın için üzülmen, başarsan işleyecek olduğun günahtan daha büyüktür, günah işlerken kapının perdesini hareket ettiren rüzgardan korkup da, Allah’ın sana bakıyor olmasından dolayı kalbinin titrememesi günahtan daha büyüktür. (sf. 23)

Abdullah İbn Mes’ud (Radıyallahu Anhu)

* Kur’an’ı bilene, gece insanlar uyurken ayakta olmakla, gündüz insanlar yerken oruçlu olmakla, insanlar sevinirken hüzünlü olmakla, insanlar gülerken ağlamakla, insanlar birbiriyle kaynaşıp konuşurken suskun olmakla, insanlar büyüklenirken huşu sahibi olmakla bilinmek yaraşır. Kur’an’ı bilene, ağlar ve mahzun olmak, halim ve hakim olmak yaraşır. Kur’an’ı bilene katı kalpli ve gafil olmak, yaygaracı ve velveleci olmak yaraşmaz. (sf. 24)

* Hiç kimse, o iman ederse kendisi de edecek, o küfrederse kendisi de edecek biçimde bir başkasını taklit etmesin. Eğer ille de birine uyacaksanız, ölüp gitmiş kimselere uyun. Çünkü hayatta olanın fitneye düşmeyeceğinden emin olamazsınız.

Ebu’d-Derda (Radıyallahu Anhu)

* Kul Allah’a karşı taatte bulunacak olursa Allah onu sever, Allah onu sevdiğinde ise yarattıklarına da sevdirir. Kul günah işlediğinde Allah onu sevmez, Allah onu sevmediğinde ise yarattıklarının da onu sevmemesini sağlar. (sf. 25)

* Sen genişlik anında Allah’ı hatırlarsan, o da senin sıkıntı anında seni hatırlar. Dünyadan herhangi bir şeyi elde etmek üzere olduğun zaman sonunun nereye varacağına dikkat et. (sf. 25)

İbrahim Mahmud’un ‘1001 Öğüt’ isimli kitabından alıntıdır.
*************************

M.ALİ BULUT.HABER7 .COM .
08 Ekim 2009
Medya’da Said Nursi ismi etrafında başlayan tartışmalar münasebetiyle, Sıradışı programının yapımcısı ve sunucusu Turgay Güler kardeşim, beni konuyu tartışmak için programa çağırdı. Ben de ona, “Nur cemaat ve Said Nursi adına konuşacak yetkiye sahip değilim. Hem cemaate de mensup değilim. Onun talebelir var, salikleri var, beni okutacak kadar risalelerden  
 
 

 

haberdar insanlar var onları çağır” dedimse de ‘ben seni onu az çok bilen bir gazeteci olarak çağırıyorum’ deye ısrar etti.  
Gittim. Niyetim, bildiğim kadarıyla, rejimin, Said Nursi’ye karşı neden bu kadar insafsız davrandığının gerekçelerini anlatmaktı. Ama öyle absürt, öyle tuhaf mailler geldi ki, bir ara cidden kızdım ve nerede ise itidalimi kaybedecektim. 
Be kardeşim, biz Said Nursi ile diğer cemaat liderlerinin mukayesesini yapmıyoruz ki. Said Nursi gündemde, onun ismi etrafında kıyamet kopuyor, biz de bunun nedenlerini izah etmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken de eserlerinden ve fikirlerinden söz ediyoruz…
Bunu yaparken, Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin küçük düşürmek gibi bir derdimiz yok ki hâşâ! Üstelik bendeniz, ilk dini tahsilimi, onun açtığı membalardan aldım. İlk hocam, Mehmet Süngü adında Süleyman Efendi (KS)’nin rahle-i tedrisinde yetişmiş bir zattır. Hala da her memlekete gittiğimde bulur, yaşımız birbirimize yakın olmasına rağmen elini öperim.
Bendeki emeği yüksektir. Şimdi, hangi haysiyet sahibi mümin, bizi imamsız, Kur’ansız bırakmamak için hayatını feda etmiş böyle hocalar yetiştirmiş o mübarek zatı dışlayabilir. O olmasaydı, uzun süre bu ülke insanları cenazelerini kaldıracak imam bulamayacaklardı…
Abdülhakim Aravasi ile Bediuzzaman fikir kavgası yapmışlar. Bu, ikinsin problmedir. Benim ne haddim ki ikisinin arasına gireyim. Keza Necip Fazıl’ın hangimiz üzerinde hakkı yoktur? Onun yolundan giden Salih Mirzabeyoğlunun bir hakikati yoktur kim diyebilir?
İskenderpaşa cemaati olmasaydı, o okulda iman hakikatleri yanında bu ümmetin siyasi işlerinin de görecek şu kadroları kim yetiştirecekti? Bugünkü iktidarda onların manevi gayreti yoktur kim diyebilir?
Ve bugün hayatı her bir tarafından sarmalayan, Kur’an’ın özünün anlaşılmasını sağlayan tasavvuf ehli zatlar olmasaydı, hele Menzil’de o makam oluşturulmasaydı, o bölgelerde meydana gelecek galeyanı kim yatıştırabilirdi…
Bu cemaatlerin her biri bir hakikate istinaden ayaktalar ve varlıklarını koruyorlar. İçinde öz ve manevi ‘bey’lik kokusu bulunmayan kovana arı gelmez. 
İşte Fethullah Hoca, işte Adnan Hoca, işte Şeyh Nazım Kıbrisî… Hangisini yok sayabilirsiniz? Hangisini yok sayarsanız, hayatın bir alanını, rengini kaybedersiniz… 
Ben cemaatleri, bir ordunun alay ve bölüklerine benzetiyorum. Bir ordu, kolordular, tugaylar, alaylar, bölükler, takımlar ve mangalara bölünür ki her bir zerresi hay ve diri olsun. Her bir nefer diğeriyle ilişkili ve bağlantılı olsun. Nasıl ki bu bölmeler, ayırımlar, birbirine hasım olmak için değildir, aksine birbirine daha çok yardım edebilmek ve birbirinin imdadına daha seri yetişebilmek içindir… Öyle de, İslam, mensuplarının mizaç ve algı kabiliyetlerine göre kümelenip, hayatı bütün yanlarıyla kucaklamalarını temin etmek için mezhep, meşreb ve mesleklere; yani cemaatlere bölünmelerine imkân tanımıştır. Bu da büyük bir rahmettir. 
Ama maalesef, insanlarımız cemaat olgusunu, tıpkı, insanların ırk ırk, kabile kabile yaratılmasındaki hikmeti unutup, yardımlaşma yerine, ötekini yutarak beslenen bir ırkçılık faşizmine dönüştürdükleri gibi, diğer cemaatleri red etme gerekçesi yapıyorlar…
Ben biliyorum, Bediuzzaman’ın Süleyman Hilmi Tunahan’ı övdüğünü… Onun da ona hürmet ettiğini… Ben biliyorum Menzil şeyhlerinin Risale-i Nur’un iman dersi gibi okunmasını tavsiye ettiğini… Ve biliyorum, Bediuzzaman’ın, ‘Risale-i Nur 12 tarikatin muhassalasıdır’ dediğini… 
Bediuzzaman’ın sena edilmesi, Tunahan hazretlerini küçültmez ki! Kim, Mahmud Efendi’nin, Muhammed Raşid hazretlerinin hakikatini inkar edebilir? Erenköy’deki nuraniyyeti kim karartabilir? Eden kendisine gece yapar… 
Her cemaatin, kendi taraftarının ilgisini çekmek, bağlılığını canlı tutmak için telkinde bulunmaya hakkı var. Ama hiç birinin ötekinin hakikatine dil uzatma hakkı yoktur. Dil uzatanın Allah dilini önünde sonunda koparır. 
Allah sayısız dil ve elhan ile zikredilmesinden memnun olmasaydı, böyle insanları çeşit çeşit mi yaratırdı sanıyorsunuz? Hatta her bir insan kendi zatında münferit olduğuna göre, hiçbir insanın İlah algısı asla diğerinin algısıyla birebir aynı olmadığına göre, demek Rabbül âlemin, her bir insanın gözünden farklı bir şekilde mahiyetini temaşa etmeyi sevmiş ki bunu böyle yapmış…
Cemaatler ve mensuplar da öyle bakmalı. Mesela, Nazım Kıbrisi hazretleri olmasaydı, belki milyonlarca insanın İslam ile buluşması mümkün olmayacaktı. Belki Enver Ören olmasıydı, bir yığın insanın iman dairesine girmesi mümkün olmayacaktı… Aynı şekilde Bediuzzaman, Fethullah Hoca, Adnan Hoca, Muhammed Raşid, Abdülbaki, Mahmut Hoca, Esat Hoca, Topbaş efendi, Muzaffer Ozak… ve daha ismini anamadığım mürşitler, hocalar, şeyhler meşayihler… bunlar olmasalardı, bu asrın başında bir anda tepemizden inen karanlıktan kim bizi aydınlığa çıkaracaktı? 

Allah inanların velisidir. Onları zulmetten aydınlığa çıkarır’ ayetinde olduğu gibi, onların her biri, bu asrın başında batının desiseleriyle içine 
 
 
düşürüldüğümüz Tağut karanlığından bizi çıkarıp aydınlığa taşıyan Rahmani eller oldular. Bir mümin bir âleme bedel iken ‘şu az kurtardı bu çok kurtardı’ deme hakkımız var mı? Hangisinin ‘hakikati yoktur’ veya ‘şu şundan fazladır’ veya ‘eksiktir’ diyebilirsiniz.  

 

Ben Bediuzzaman’ın meşrebini severim, siz Tunahan hazretlerinin… Öteki Arvasi’nin yolundan gider, bir başkası da tarikat yolunu sever. Kimisi Kadiridir kimisi Nakşi, kimisi Halvetidir, kimise Melami. Kimisi Cerrahi… 
Hepimiz ‘Allah bir peygamber hak’ diyoruz. Hepimiz, İslamın o büyük cadde-i kübrasında gittiğimize göre, beis yok. Kimimizin arabası hızlı kimimizin yavaş olabilir; ama gidiyoruz işte elhamdülillah. Onlar bizi fitneler çağında bu yola ilettiler. Allah ömürlerine ömür, maneviyatlarına feyiz katsın… Her meşrebin mutlaka bir dane-i hakikati vardır ki insanlar orada toplanıp hayat buluyorlar. Hangisine dil uzatsanız, gaybın eli dilinizi koparır… 
El-Hakku ya’lu vela yu’la aleyh… Zaman en büyük müfessirdir, her şeyin ve herkesin hakikatini zahir eder. Ve dünya adildir; kimsenin hakkını kimsede bırakmaz…
O yüzden, siz siz olun, cemaatinize sevginizi, diğer cemaatlere buğz etme üzerine bina etmeyin. Siz hak üzere iseniz, başkasının sapıklığı size zarar vermez. Siz sapıklık içinde iseniz, başkalarına küfrederek, hakikate varamazsınız. Cemaat ırkçılığı en az kavmiyetçilik/ırkçılık kadar murdar ve merduttur…

 *** 

HABER VAKTİM.CİHAN HABER.09.10.2009
Peçe yasağının arkasında Sunni-Selefi çekişmesi!

Mısır'da peçenin yasaklanmasının arkasında Sünni-Selefi çekişmesi mi var? 

 

Mısır'da bulunan ve Sünni İslam inancının en yüksek otoritesi olarak kabul edilen El Ezher Üniversitesi'nde kız öğrencilerin yüzlerini örttükleri peçenin kullanılması yasaklandı. Görünürde Ezher Şeyhi Seyyid Tantavi'nin okul ziyaretinde bir kız öğrencide görerek tepki göstermesiyle gündeme gelen yasağın arkasında ise Mısır'da Selefi akımının giderek etkisini artırması olduğu belirtiliyor. Şiiliğin yanı sıra Suudi Arabistan kökenli Vahhabi-Selefi akımlarla mücadele eden Sünni kurumların başında gelen Ezher, son yıllarda Mısır'da yerel adı "nikab" olan peçe kullanımının gittikçe artmasının, ülkede Selefiliğin gittikçe yaygınlaşması şeklinde yorumluyor. Yasağa Müslüman Kardeşler ise sert tepki gösterdi.

El Ezher Üniversitesi, hafta içinde tüm eğitim kurumlarında peçe takılmasını yasakladı. Ezher Şeyhi Muhammed Seyyid Tantavi yaptığı açıklamada, "Ezher Yüksek Konseyi, kızlara özel okullarda, eğitim kurumlarında ve yurtlarda öğretmen ve öğrencilerin peçe takması yasaklanmıştır." dedi. Hafta başında bir okulu ziyaret eden Tantavi nikablı bir kızın, peçesini açmasını isteyerek, bu tür kıyafetlerin İslam'da yeri olmadığını söylemişti.

Kreşlerden üniversiteye Mısır'ın dört bir yanında ve diğer bazı Arap ülkelerinde eğitim kurumları bulunan Ezher'de yaklaşık 1 milyon öğrenci eğitim görüyor. Ezher kurumlarında okuyan yaklaşık 40 bin de yabancı öğrenci bulunuyor. 

FATIMİLERİN KURDUĞU EZHER, SELAHADDİN EYYUBİ'NİN FETHİYLE SÜNNİ KURUMUNA DÖNÜŞTÜ

İsmini Hz. Peygamber'in kızı Fatımatu'z-Zehra'dan alan ve 971 yılında Şii öğretilerini yaymak için Fatımiler tarafından kurulan Ezher, Mısır'ın Selahaddin Eyyübi tarafından fethedilmesiyle Sünni inancının en önemli kurumlarından birine dönüştürülmüştü. Yüzyıllarca sadece erkeklerin eğitim gördüğü bir kurum olan üniversiteye 1961 yılından itibaren de kız öğrenciler alınmaya başlamıştı. Üniversite bünyesinde dini fakültelerin dışında tıptan sosyal bilimlere pek çok modern eğitim fakülteleri de bulunuyor. 

Tantavi açıklamasında kadınların sokaklarda ya da işyerlerinde peçe takmasına karşı olmadıklarını; ancak bunun abartılmasını da kesinlikle tasvip etmediklerini belirtti. Kadınlara özel yerlerde bile peçe takılmasının aşırılık olduğunu ifade eden Tantavi, bunun İslam'la bağdaşmasının mümkün olmadığını dile getirdi. Tantavi peçenin İslam'da bir yükümlülük değil, bir "gelenek" olduğunu da savundu. 

Konuyla ilgili olarak sık sık görüşlerini belirten Mısırlı din adamlarının önemli bir kısmı kadınların yüzlerini ve ellerini örtme zorunluluğu bulunmadığını; ancak bu tercihi kullananların da özgür olduğunu ifade ediyor. Ülkenin en önde gelen muhalif gruplarından Müslüman Kardeşler, karara sert tepki göstererek Tantavi'nin derhal istifa etmesini istedi. 

PEÇE KULLANIMI MISIR'DA DAHA ÖNCE DE YASAKLANMIŞTI

Şiiliğin yanı sıra Suudi Arabistan kökenli Vahhabi-Selefi akımlarla mücadele eden Sünni kurumların başında gelen Ezher, son yıllarda Mısır'da peçe kullanımının gittikçe artmasının, ülkede Selefiliğin gittikçe yaygınlaşması şeklinde de yorumluyor. 

Mısır yönetimi bu tür selefi oluşumlara yönelik olarak sık sık baskınlar düzenliyor. Baskınlar çoğu kez yabancı kökenli öğrencilere yönelik de gerçekleştiriliyor ve bu öğrenciler sınır dışı ediliyor. Ezher'den önce de başta Mısır'ın en prestijli üniversitelerinden Kahire olmak üzere pek çok yüksek öğretim kurumu peçeyi yasaklayan kararlar almıştı. Ancak başörtülü öğrenciler üniversitelere serbestçe girebiliyor. 

Son yıllarda yapılan tüm kamuoyu yoklamalarında Mısır, dünyanın en dindar ülkeleri arasında yer alıyor. Ülke nüfusunun yüzde 7-10'unu oluşturan Hıristiyanlar da Hıristiyan dünyasının en dindarları arasında bulunuyor. Ülkede geçtiğimiz yıl da camilerin önemli bir bölümünün bağlı olduğu Vakıflar Bakanlığı, camilerde görevli kadınların peçe takmasını yasaklamış, ancak bu karar yürürlüğe konamamıştı. Aynı şekilde Sağlık Bakanlığı'nın bir süre önce hemşirelere yönelik getirdiği peçe yasağı uygulanma imkanı bulamamıştı. 

Son yıllarda sık sık peçe ve başörtüsü konularında yapılan çıkışlar ülkede tansiyonun yükselmesine sebep oluyor. UNESCO Genel Direktörlüğü için yarışan; fakat Bulgar rakibine karşı kaybeden Kültür Bakanı Faruk Hüsni, 2006 yılında yaptığı açıklamada başörtüsü takanların sayısındaki artışın, ülkenin geriye doğru gittiğini gösterdiğini belirtmiş, bu açıklaması din adamları sert eleştirilere sebep olmuştu. 

Tantavi de 2003 yılında Fransa'nın liselere getirdiği başörtüsü yasağının o ülkenin içişleri sorunu olduğu yönünde görüş açıklayınca sert itirazlarla karşılaşmıştı. Ezher Rektörü'nün de üzerinde bulunan Ezher Şeyhi, Mısır protokolünde devlet başkanı ve başbakandan sonra üçüncü sırada bulunuyor ve başbakan ile aynı derecede kabul ediliyor. Ezher Şeyhi bizzat devlet başkanı tarafından atanıyor ve fetvaları bağlayıcı bulunuyor. Ülkede aynı zamanda Mısır Müftüsü'nün de fetva verme yetkisi var. (CİHAN)

      Feyzullah Birışık         2009-09-11  Gale Resulullah a.s 

Neden sadece bismillah
Sünnetin vahiy mahsulü olduğunu bilmediğim, nass karşısında aklın konumunun ne olduğunu kavrayamadığım yıllarda; Peygamberimizin yemek yemeden ve içecek birşeyler içmeden önce sadece ‘bismillah’ dediğini okumuştum… O tarihlerde ister istemez aklıma; ‘ Peygamberimiz neden bismillahirrahmanirrahim demedi?’ sorusu geldi…

Neden sadece bismillah?

Okuduğum kitapta nedeni yazmıyordu… O hadisi okuduktan sonra her sofraya oturuşta sadece bismillah dememe rağmen ‘neden sadece bismillah?’ sorusu bir türlü aklımdan çıkmıyordu… Oysaki sahabeler neden sorusunu sormamışlardı… Benim bu merağımın gereksiz olduğunu aylar sonra öğrendim…

Mısır, Suriye ve Cezayirli arkadaşlarıma sorduğumda,kendi aralarında anlaşmışlar gibi; ‘Gale Resulullah’ dediler… Yani; resulullah aleyhisselam öyle dedi. Biz de öyle deriz… Kısa, öz ama çok anlamlı iki kelime meselenin açığa kavuşması için yetmişti… O (a.s) ne diyorsa o! Meselenin özeti buydu…

,,,

Her zaman diliminin kendine has zikirleri ve ibadetleri vardır… O zaman diliminde yapılacak en önemli, en güzel ve Allah katında en değerli ve kabul gören zikir şeklini peygamberimizin hayatında görmemiz mümkün… sofraya oturma ile ilk lokmayı ağza alma arasındaki 5-10 saniyelik bir zaman diliminde bile allahı zikrediyoruz… Karşımıza iki farklı zikir var. Biri; Bismillah, diğeri; Bismillahirrahmanirrahim…

İçinde rahman ve rahim kelimesi geçen zikrin sevabı daha çok olur gibi gelebilir… Eğer Yemekten ve içecek birşeyler içmeden önce ‘Bismillahirrahmanirrahim’ demek daha sevap olsaydı peygamberimiz kesinlikle ‘Bismillah’ demezdi… Hayatın her karesinde Allah’ı nasıl zikredileceğini ümmetine öğreten peygamberimiz Bismillahirrahmanirrahim demeyi unutmuş olamazdı…

Peki; sofraya otururken ‘Bismillahirrahmanirrahim’ demenin ne sakıncası var? Böyle bir soru akla gelebilir… Cevap olarak; Çok sakıncası var deriz. Neden?

1.sakınca; Peygamberimizi bilgi eksikliğiyle suçlamaktık…

2.sakınca; Dininizi kemale erdirdim diyen Allah’ı suçlamaktır. O zaman diliminde yapılan zikir sadece bismillah olmasına rağmen rahman ve rahim kelimesini ekleyen bir insan dinin henüz kemale ermediğini söylemiş olur…

3.sakınca; kendisini şari’ yerine koymuş olur… Yani; haşa! Her ne kadar peygamberimiz bismillah demişse de ben de bismillahirrahmanirahim diyorum.! Demiş gibi olur… Haşa…

4. sakınca; Sünnete yapılan tahrifin önü açılmış olur… Her okunan hadis akıl süzgeçinden geçilmeye başlar bu kez…

5.sakınca; Bid’at işlenmiş olur… İşlenen bid’at da yarın ahirette başa bela olur…

Allah’ın şu sözünü unutmamaya çalışalım;

Hayır; Rabb'ine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar

Nisa:65



 

 

 

 

Derya Sazak   Füze kalkanı 15.09.2009

 

 

 

 

Pentagon’a bağlı Savunma Güvenlik İşbirliği Ajansı’na göre, Obama yönetimi Kongre’ye İran’dan gelecek nükleer tehdide karşı NATO üyesi Türkiye’ye 7.8 milyar dolarlık (yaklaşık 12 milyar TL) Patriot füze satışı için başvurdu.
Anlaşma, karadan havaya savunma sistemi içinde 13 Patriot ateşleme ünitesi, 72 Patriot Advance Capability 3 (PAC) füze bataryası ve aksamını kapsıyormuş.
Patriotların gerekçesi de Kongre’ye şöyle sunulmakta:
“Türkiye bölgede barış ve denge unsuru olarak ABD’nin ortağıdır. NATO’nun müttefikinin etkili bir savunma kapasitesine ulaşmasına ve bölgede denge oluşturmasına yardımcı olmak, ABD’nin yaşamsal ulusal çıkarıdır.”
Batı dünyası ve ABD, İran’ın “nükleer kapasitesi”ni bir tehdit olarak görüyor.
Türkiye’nin ikili ilişkilerinde ise İran’la sorunu yok.
Ortadoğu’da İran’la sorunlu olan ülke İsrail. Avrupa’da Fransa-Almanya bloğu ve ABD-İngiltere, İran’ı nükleer silah üretiminden caydırmak üzere her yolu deniyorlar. Seçimde Ahmedinecad’dan kurtulmak en demokratik yoldu. Ancak olmadı. Irak işgali öncesinde Saddam’a yönelik “kitle imha silahları” yalanında olduğu gibi İran’ın nükleer kapasitesinin mutlaka önlenmesi gereken bir tehdit anlamına geldiğine dünyayı inandırmaya çalışıyorlar.
Eh, madem tehdit var, o halde İran’a sınırı olan tek NATO üyesi ülkeyi, Türkiye’yi, “füze kalkanı” kurarak, Patriot bataryalarıyla korumak gerekiyor!
Obama yönetimi, Kongre’yi bu satışa iknaya çalışırken, Türkiye’nin barış ve denge unsuru olarak güçlenmesinin ABD’nin çıkarına olduğunu belirtiyor. Bu savunma da kulağa hoş geliyor!
Madem Patriotları bizim topraklarımızda konuşlandırmak ABD’nin çıkarına, 7.8 milyar doları neden Türkiye ödesin?! ABD bunları neden hibe etmiyor?!
1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine patlayan Körfez Savaşı’nda Saddam’ın Scudlarına karşı Patriotların Türkiye’ye konuşlandırılmasına NATO ülkeleri ayak sürümüştü. Sonunda birkaç batarya getirildi ve savaştan sonra sökülüp götürüldü.
Ağır bir ekonomik krizden geçtiğimiz şu sıra, üretimden, yatırımdan, ülke insanından esirgenen kaynakları Patriotlarla havaya savurmanın sırası mı? Tam da “Ayranı yok içmeye...” durumu.
Nereden çıktı bu Patriotlar?.. diye sorunca, akla İncirlik Üssü de geliyor. Çünkü Patriotlar “saldırı” silahı değil. Günün birinde İran’ın nükleer santralı ABD ya da İsrail tarafından vurulursa Tahran da karşılık verecektir. Hedeflerden biri kaçınılmaz olarak İncirlik ve Türkiye olacak.
Patriot ihtiyacı o nedenle mi doğuyor?
Hani komşularımızla sorunları sıfıra indirmiş, barışçı bir dış politika izliyorduk?
Ya Obama’ya ne demeli?
Silah lobilerine erken teslim oldu.
Patriotlara hayır!

 


TARAF GAZETESİ.08.10.2009/ 
O mahyaların altında namaz olur mu

 


Özgür-Der ve Mazlum-Der'in tepki göstermesiyle gündeme gelen ulusalcı mahyalar kaldırıldı. Taraf yazarı Yıldıray Oğur ise yeni bir tartışma başlattı. İşte o yazı...

6 Ekim İstanbul’un düşman işgalinden kurtuluşu nedeniyle Eminönü’ndeki Yeni Cami’ye “Milli birlik esastır”, Sultanahmet’e “Ordumuza şükran borçluyuz”, Süleymaniye’ye “Ne mutlu Türküm diyene”, Üsküdar Yeni Cami’ye “Kurtuluşun kutlu olsun”, Eyüp Sultan’a “Önce vatan” mahyaları asılmış. 

Ey Müslümanlar! 

Yarın cuma. Camiye gideceksiniz. 

Restore edilmesine rağmen Süleymaniye’nin bahçesini dolduracaksınız. 

Düşünün ki namaz kıldığınız o caminin tepesinde şöyle bir mahya asılmış “Günde bir kadeh şarap kalbe iyi gelir.” 

Öfkelenirdiniz değil mi? Kur’an’da açıkça haram edilmiş bir şeyin cami tepesinde ne işi olabilirdi. O yazı caminin tepesinde asılı durdukça o camide namaz kılınabilir miydi? 

Peki, içkiyi haram eden Kur’an bakın milliyetçilik için ne diyor: 

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli ve en üstün olanınız, takva bakımından en üstün olanınızdır.” (Hucurat 49/13) 

Kur’an “Türk olmuşsun, Arap olmuşsun, Kürt olmuşsun fark etmez. Bununla övünmeyi, bununla üstünlük taslamayı tıpkı içki içmeyi yasakladığım gibi sana yasaklıyorum” diyor. 

Peki, şimdi söyleyin Kur’an açıkça “Ne mutlu takva sahibiyim diyebilene” derken 41 milleti adaletle yönetmesiyle meşhur Kanuni’nin yaptırdığı Süleymaniye Camii’nin minarelerine asılmış “Ne mutlu Türküm diyene” sözünün Kur’an açısından “Günde bir bardak şarap kalbe iyi gelir”den ne farkı var? Kapısında kimseye ırkı, kimlik kartı pasaportu sorulmayan o mabede sizce o mahya yakışıyor mu? Suudiler Kâbe’nin minarelerine “Ne mutlu Arabım diyebilene” yazısı assaydı hoşunuza gider miydi? Peki, bu hoşnutsuzluğunuzu yarın o camide size nasihatler verecek imama da bildirmeyecek misiniz? 

Ey Cuma Namazı’nı Sultanahmet Camii’nde kılacak Müslümanlar! 

Siz caminizin tepesine “Ordumuza şükran borçluyuz” mahyası astıranlara sormayacak mısınız? 

Cuma’ya gidiyor diye subayları atan orduya mı şükran borçlusunuz? Kutlu Doğum Haftası fazla şatafatlı kutlandı diye geceyarısı e-muhtıra veren orduya mı şükran borçlusunuz? Cuma’ya giden memurları fişleyen, oruç tutan Genelkurmay Başkanı’nı evinden sefertası taşımak zorunda bırakan orduya mı şükran borçlusunuz? Hakkâri Çukurca’da altı askeri şehit eden asker mayınları ile ilgili hâlâ açıklama yapmayan orduya mı şükran borçlusunuz? Yoksa üç karakolun arasında küçük Ceylan’ı havan topuyla vurup, sonra da “kim yaptı bilmiyoruz” diye açıklama yapmakla yetinen orduya mı şükran borçlusunuz? Belki de şükranlarınızı bildirmek için başörtülü eşinizle karargâha gittiğinizde sizi içeri bile almayacak orduya şükran borçlusunuzdur? 

O caminin imamına “Biz gerçek Müslüman olsaydık bugün bu caminin minaresine “Orduya şükran borçluyuz” değil, “Küçük Ceylan’ı kimler vurdu” yazan bir mahya asılmalıydı diye çıkışmayacak mısınız? 

Ya sevabı çok olsun diye İstanbul’un manevi direklerinden Eyüp Sultan’ın Camii’ne gidecek Müslümanlar! 

Peygamberi evinde misafir etmiş, şimdi de İstanbullulara misafirliğe gelmiş Ebu Eyüb El Ensari’nin türbesinin başına “Önce vatan” mahyasını asmışlar. 

80 yaşında “Önce vatan, önce Arabistan” demeyip, evinden kilometrelerce uzağa İstanbul’a gelmişti Eyüp El Ensari. Ve vasiyetinde de “Önce vatan” demeyip şehit düştüğü İstanbul’a gömülmek istemişti. Ve şimdi biz 1300 yıldır bize “Önce vatan değil” diyen Eyüp Sultan’ın mezarının başına, inandığı şey için Eyüp’ten Fatih’e bile gitmeyecek üç beş tane uyuşuk memura uyup “Önce vatan” yazısını astık. Bir nevi büyük sahabeye “Senin vatanın yok mu, ne işin var burada ey Arab” demiş olduk. 

Açılıma kızan milliyetçi memurların İstanbul’un en kutsal mekânlarından birine siyaset sokmasına izin verdik. Yarın Eyüp’te namazını kılacak Müslümanlar Eyüp El Ensari’nin ruhunu inciten o mahyaya bir şey demeyecek misiniz? 

Peki, siz namaz için Eminönü’ndeki Yeni Cami’yi seçen Müslümanlar! 

Cami imamınıza siz de sorun: Kur’an’ın ve İslâm’ın neresinde var “Milli birlik esastır” ilkesi? Hangi milli birlik? Ne alakası var camiyle bunun? Hadi ona İslâm’da derme çatma bir yer bulursa şunları da sorun: Peki muhterem hocam. O halde camiye “Daha çok demokrasi”, “Sivil anayasa istiyoruz”, “Darbeciler yargılansın” mahyaları asmaya ne dersiniz? Bunlar siyasi de “Milli birlik esastır” değil mi? Hani laik devlettik? Devletin, resmî ideolojinin ne işi var camilerde? Erbakan, camileri arka bahçesi olarak kullanıyor diye kızıyordunuz, peki aynı şeyi niçin şimdi devlet yapıyor? Bu laikliğe aykırı değil mi? 

Yarın binlerce kişinin namaz kılacağı bu camilerde ayağa kalkıp “Bu mahyanın caminin tepesinden ne işi var” diye hesap soracak cesur bir Müslüman aranıyor





 
 
 
  Bugün 10 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol