|
|
|
|
|
Hasan Karakaya - Yeni Akit 27.04.2011
Nuh Tufanı ne ki Nemrut’lara bir sivrisinek yeter
“Bilmemek” ayıp değil... Öyle ya; bir insan, “her şeyi bilmek” mecburiyetinde değil... Ama, “sorup da öğrenmemek” ayıpların en büyüğü... Öğrenip de yapmamak ise, “küstahlık”tır!..
Hem “bilmemek”, hem “sorup öğrenmemek” ve hem de “ahkâm” kesmeye kalkmak, tek kelimeyle “cahil insan” işidir!.. Böyle insanlara, “çizmeden yukarı çıkma” derler ki; “insan” olan, haddini bilir ve daha ileri gitmez!..
Kimi “özür” dileyip kapatır meseleyi, kimi de “susarak!”
Ama, bazıları da vardır ki; “özrü kabahatinden büyük” lâflar edip, temelli çıkmaza girer!..
HURŞİT GÜNEŞ, UMUTSUZ VAK’A!
Biliyorsunuz; Zonguldak’taki “küfürlü” konuşmasından önce “Cuma Namazı saatinde seçim bildirgesi” açıkladığı için büyük “eleştiri” alan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, yaptığı yanlışın farkına varıp; “Kabahat bizde” demişti; “Cuma vaktini hesap edemedik!”
Özür diledi, sıyrıldı işin içinden!..
CHP Genel Başkan Yardımcısı Hurşit Güneş ise; “bildirge”nin açıklandığı toplantıya katıldıkları için “Cuma Namazı kılamayan CHP’li arkadaşları”nın boşuna yakındıklarını söyleyip; “N’oolacak ki, onlar da kaza etsinler!.. Cuma Namazı kaza edilmez diye bir kural yok ki; her namaz gibi Cuma Namazı da kaza edilebilir!!!” diyerek; “ekonomist” eliyle “ilâhiyatçı”ların işine burnunu soktu!..
Epey “uyarı” aldı, tabii!..
Ona dediler ki;
“Cuma Namazı’nın kazası olmaz!”
Ne cevap verdi, biliyor musunuz;
“Ben de biliyorum Cuma Namazı’nın kazasının olmadığını!.. Ama yine de kaza etsinler!”
İşte buna;
“Özrü kabahatinden büyük lâf” etmek denir!.. Hem “yanlış” biliyor, hem de “doğru”su söylenince “yanlışta ısrar” ediyor!..
“Cahil cesareti” dedikleri, böyle bir şey olsa gerek!.. Adam, gerçeği öğrendiği halde, hâlâ “odunum” demeye devam ediyorsa, daha ne diyeceksin?..
Doktorlar bu gibi “ümitsiz vak’a”larda öyle derler ya;
“Bırak, ne yerse yesin!”
CHP’li Hurşit Güneş de;
Böyle bir “ümitsiz vak’a”dır!..
Bırakalım;
Ne konuşursa konuşsun!.. Gitsin; “Kucağına oturtacak adam” arasın!..
MHP’LİLER DERS ALMADI MI?
Aslında, ben “CHP’lileri” pek fazla da yadırgamıyorum...
Çünkü CHP’liler, taa ötelerden bu yana “dinden kopuk”turlar!..
“CHP iktidarları” döneminde, “dinî kitap”ları ve hattâ “Kur’an-ı Kerim”leri bile toplatmışlar, gazetelerde “dinî tefrika” yayınlanmasını yasaklamışlardır!..
İşte, bir defa daha gördük;
“Dinî hassasiyet” konusunda, “Eski CHP” ile Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP”si arasında hiçbir fark yoktur!..
“Eski CHP”de “dine mesafeli”ydi, Bay Kılıçdaroğlu’nun “Yeni CHP”si de!..
Dedim ya;
CHP’de değişen hiçbir şey yok!..
“Katranı eritsen de, olmaz şeker,
Cinsini sevdiğim, cinsine çeker!”
Ama, ne yalan söyleyeyim;
“MHP’li kurmaylar”ın, “dini yaşamak” konusunda değilse bile, hiç olmazsa “dine saygı” konusunda “hassas” olduklarını sanıyordum...
Hiç olmazsa “dinî kavram”ları bilirler, meselâ; “Allah’a isyan”ın ne gibi sonuçlarının olacağını aklederler diye düşünüyordum!..
Kaldı ki;
“Dine aykırı bir söylem”in, MHP’nin başına ne “gaile”ler açtığı da tecrübeyle sabit!..
Biliyorsunuz;
Bir zamanlar Nusret Demiral adlı bir eski DGM savcısı, “MHP’den milletvekili adayı” olmuştu da, “Ezan Türkçe okunsun!” deyince, MHP, 1994 yılında “barajın altında” kalmıştı!..
Daha sonraki seçimlerde, bu defa Gündüz Aktan diye biri çıkmış, o da “başörtülü” hanımlara “sıkmaş” diyerek hakaret etmişti!..
Bununla da yetinmeyip;
“Kadere iman” etmenin “ahlâklı olmaya engel”, Kur’an-ı Kerim’deki bazı “ayet”lerin de “laikliğe aykırı” olduğunu söylemişti!..
MHP, bunun da bedelini ödemişti.
1999 seçimlerinde, “ürkeklere değil, erkeklere oy verin” çağrılarıyla yüzde 18 oy almışlar, ancak Nesrin Ünal olayında “ürkek” davrandıkları için, 2002 seçimlerinde yüzde 8 oy alarak “barajın altında” kalmışlardı!..
2007’de aldıkları oy ise,
Sadece yüzde 14’tü!..
Bugünlerde, yine bir “baraj sorunu” yaşadıkları, herkesin dilinde!..
Hani, herkes bir yana da;
“Din ve itikada aykırı” söylemlerin bedelini ağır ödeyen bir MHP’nin, “çok daha hassas” olması gerekmez mi?..
Ama, görüyorsunuz;
Hiç “ders” almamışlar!..
Geçmişte Nusret Demiral’ların, Gündüz Aktan’ların “cehalet”leriyle “baraj sorunu” yaşayan MHP; bana öyle geliyor ki, bu defa da MHP Genel Başkan Yardımcısı Recai Yıldırım’dan dolayı sıkıntı yaşayacak!..
CEMAATLERE DİL UZATIRSAN!
Olayı biliyorsunuz...
CHP Genel Başkan Yardımcısı Hurşit Güneş’in, “Cuma Namazı’nın da kazası olur” şeklindeki, Fatih Altaylı’nın da; “Öğle namazı Şafiilere göre 4, Hanefilere göre 5 rekâttır” fetva(!)sından sonra; Recai Yıldırım da, “MHP’yi Nuh Tufanı bile yıkamaz!!!” demiş!..
Nerede söylemiş bunu?..
Adana’da yayın yapan, yerel Akdeniz Televizyonu’nda... “MHP’nin barajı geçemeyeceği” şeklindeki iddialara cevap verip, demiş ki;
“Milliyetçi Hareket Partisi’ni,
Nuh Tufanı bile yıkamaz!!!”
Ardından, “dinî cemaatler” üzerinden AK Parti’ye vurup, demiş ki;
“Bu iktidarın; birkaç tane Menzil, birkaç Fethullah, birkaç bilmem hangi cemaatin bakanlarının oluşturduğu iktidar olduğunu Türkiye’de herkes biliyor.”
Şu hâle bakın;
“9 Işık”tan birinin de “Ahlâkçılık” olduğu bir partinin genel başkan yardımcısı, kalkmış; bu toplumun “ahlâk” ve “maneviyat”ında önemli roller üstlenen “cemaat önderleri”ne dil uzatıyor!..
Adama sorarlar;
AK Parti, “Menzil” ve “Fethullah Gülen camiası”ndan “oy” alıyor da, MHP niye alamıyor?..
Siz de “oy” alın,
Siz de “bakan” yapın!..
Ne yani;
“Başörtülüleri fişleyen” bir adamı, evet “Ergenekon sanığı Engin Alan’ı milletvekili adayı” yapıyorsunuz da, bu ülkenin “manevi dinamikleri”ne niye dil uzatıyorsunuz?..
Sizin gözünüzde, “Menzil cemaati”nin, ya da “Gülen Camiası”nın “Ergenekon sanıkları” kadar da mı değeri yok?..
Her neyse...
MHP; bu “dil uzatma”nın, bu “cür’et”in bedelini elbette ödeyecektir!..
ÖYLE BİR TUFAN Kİ!
Ama, benim asıl takıldığım, şu “Nuh Tufanı” meselesi oldu.
Yüce Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’i, ya da “Kur’an meali”ni bir kerecik olsun eline alıp okuyanlar bilir ki, Nuh Tufanı, asla “hafife alınacak” bir gazap değildir...
Öyle bir “tufan”dır ki;
“Denizlerin kabardığını” göre göre, “dağın zirvesi”ne çıkıp “kurtulacağını” zanneden Hz. Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu bile, “babasının çağrısı”na uymamış, “helâk” olup gitmiştir!..
Demek oluyor ki;
MHP Genel Başkan Yardımcısı koltuğunda oturan Recai Yıldırım, bunu bile bilmiyor!..
Eğer eline bir Kur’an-ı Kerim veya “meal” alsaydı, “Cenab-ı Hakk’ın gazabı”nın ne büyük olduğunu anlar, bu olayı, bu kadar basite almazdı!..
Allah korusun;
Böyle bir tufan; sadece MHP’yi değil, dünyayı bile yıkar!..
Ve tabiî;
Recai Yıldırım da nasibini alır ve “helâk” olmaktan asla kurtulamaz!..
CHALLENGER’İ BİLİR MİSİNİZ?
Atalarımız; “Büyük lokma yut, büyük lâf etme” diye uyarırlar insanları!.. Peki, “büyük lâf” edince ne olur?..
Hiiç, ne olacak; Challenger’ın başına ne geldiyse, o olur!..
Bilirsiniz “Challenger Faciası”nı!..
Bir kış günü, tarihler 28 Ocak 1986’yı gösterirken, Kennedy semaları, “Challenger uzay mekiğinin parçaları” ile aydınlanmıştı...
Çünkü Challenger;
Kalkışından “sadece 72 saniye sonra” paramparça olmuş, tam bir “alev topu”na dönmüştü!.. Ve tabiî, “Challenger Uzay Mekiği”nde bulunan “7 mürettebat” da, cayır cayır yanarak ölmüştü!..
Peki, bu olayın “ilâhî” boyutu ne?..
Hemen söyleyelim;
Challenger kelimesinin Türkçe karşılığı, “meydan okuyan” ya da “meydan okuyucu” demektir...
Amerikalılar, uzay mekiğine “Challenger” ismini vermekle, hâşâ, “Allah’a meydan okuma” eblehliğini göstermişler ama “belâ”larını da bulmuşlardır!..
TİTANİC DE BATMIŞTI!
MHP’li Recai Yıldırım’a bu “ibret” yetmediyse, bir de “Titanic Faciası”nı hatırlatalım.
Olayı biliyor olmalısınız...
1912 yılının 14 Nisan günü; üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu’nun övünç kaynağı, asrın teknoloji harikası Titanic gemisinin Amerika’ya ilk seferini yapacağı gündür.
İngiltere’nin Southampton limanında hareketli bir gün yaşanmaktadır. Avrupa’nın en zengin aileleri gemide yerlerini alırken rıhtımda yapımcı firma White Star’ın bandosu, valsler çalmaktadır.
Gazeteciler şirket yetkilisinden geminin; o zamana kadar görülmemiş harika özelliklerini dinlerken gemi kaptanı Edward Smith bir gazetecinin, “Bu gemi için batmaz diyorlar; doğru mu?” sorusu üzerine birden coşarak, der ki;
“Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz.”
Edward Smith adlı kaptan; geminin batıp-batmadığını da gördü, anasının hörekesini de!..
Titanic, limandan hareketinden bir süre sonra, bir “buzdağı”na çarptı ve battı!..
Ölenlerin sayısı 1523’tür!..”
Sen misin;
“Tanrı bile batıramaz” diyen,
Çek bakalım “isyan”ının cezasını!..
SİVRİSİNEĞE YENİLEN CEBERRUT!
Recai Yıldırım beyefendiyi bu “örnek” de kesmediyse, kendisine; “Nuh Tufanı”nın da anlatıldığı Kur’an-ı Kerim’den bir “kıssa” aktaralım.
“İlâhlık” taslayan ve sırf bu yüzden “Rabbim Allah” diyen Hz. İbrahim (as)’ı ateşe attıran Nemrut’un başı, bir “sivrisinek”le derttedir.
Her nereye gitse sinek de onunla birlikte gidiyor, burnuna, yüzüne gözüne konuyor, hortumunu vücuduna saplayıp, kaçıyordu!.. Ne kadar çalışmışsa, sineği yakalayamamıştı... Bütün saray seferber olmuştu. Herkes sineğin peşindeydi... Fakat hiç kimse tutamıyordu!..
Kapıları, pencereleri sıkı sıkıya kapatıyorlar, fakat sinek ne yapıp ediyor, içeri girmeye muvaffak oluyordu. Nemrut’un gözüne günlerdir uyku girmemişti.
İlahlık dâvâsı güden Nemrut bir ufacık sinek yüzünden ne hallere düşmüştü.
Nemrut; artık sarayda odadan odaya kaçıyor, “sivrisinek”ten kurtulmak için türlü türlü yollara başvuruyordu. Fakat sinek bir türlü kendisinden ayrılmıyordu...
Bütün hizmetkârları Nemrut’un etrafında pervane olmuşlar, onu sivrisineğe karşı korumaya çalışıyorlardı... Fakat bütün tedbirlere rağmen hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir şey olmuş, sivrisinek Nemrut’un burnundan içeri girivermişti... Nemrut’un burnundan giren sinek, gidebildiği yere kadar gitmiş ve orada dolaşmaya başlamıştı.
O andan itibaren Nemrut’ta müthiş bir baş ağrısı başlamıştı... Beyninde dolaşan sinek onu müthiş rahatsız ediyordu. Son çare olarak, başını tokmaklattırmaya başladı.
“Vurun! Vurun!” diyor, sineğin beynine verdiği ızdıraptan, tokmağın acısını duymuyordu.
Başına tokmağın her inişinde o;
“Daha hızlı vurun!.. Daha hızlı” diyordu.
Başından kanlar akmaya başlamıştı, fakat o aldırış etmiyor, başını tokmaklatmaya devam ediyordu. Bir yandan da başını duvarlara çarpıyordu!..
Hiçbir şey kâr etmemişti.
Nemrut, başına yediği “tokmak”larla kendinden geçmişti.
Sivrisinek ise hâlâ beyninde dönüyordu.
Çok geçmeden çırpına çırpına can verdi!
Uzun lâfın kısası;
Ufacık bir sinek, uluhiyet dâvâsı güden Nemrut’un hayatına son vermeye yetmiş de, artmıştı bile!..
Demek ki, neymiş;
Cenab-ı Allah, bazen “tufan”a bile lüzum bırakmadan, “isyancı kul”larının cezasını, bir küçük “sivrisinek” ile verirmiş!..
Anlayana “sivrisinek” saz,
Anlamayana “baraj” bile az!..
****************************************************
1 GÜN SONRAKİ YAZI! İBRETLİK OLAY
Hasan Karakaya - Yeni Akit-28.04.2011
Nuh tufanı yıkamaz dedi 1 gün sonra
Bir Kasetle Yıkıldı!
Dedik kendisine; “Büyük lokma yut, ama büyük lâf etme!”... Ama o ne yaptı; bırakın “büyük lâf” etmeyi, “Allah’a isyan” etti... Dedi ki; “Nuh Tufanı bile gelse, MHP’yi yıkamaz!”
Biz de kendisine dedik ki; “Cenab-ı Allah’ı gücendirecek” olursan, “O’nun gazabı”nın ne büyük olduğunu görürsün... Çünkü Cenab-ı Allah, “isyankâr kullarını cezalandırmak” için, “Tufan” değil, Nemrut’a olduğu gibi, bazen bir küçük “sivrisinek” gönderir ve onunla “helâk” eder!..
Daha “dün” yazmıştım bunu... Yazımın daha mürekkebi kurumadan bir haber geldi Ankara’dan...
“MHP’nin Aileden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Recai Yıldırım ile Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Metin Çobanoğlu’nun kadınlarla âlem yapıp, sevişirkenki kaseti internete düştü!”
Bu görüntüler, MHP’de elbette “deprem”e yol açtı... “Ülkücü”ler, yurdun dört bir tarafından Devlet Bahçeli’yi arayıp, “Senin yol arkadaşların bunlar mı?” diye hesap sordular...
Bugünkü Akit’te; “O kaset MHP’yi yıkar” diye başlık atmaya hazırlanıyorduk ki, Ankara’dan yeni bir haber geldi: “MHP yıkıldı!”
Evet; Recai Yıldırım ve Metin Çobanoğlu, hem “MHP’den istifa” etmişler, hem de “milletvekili adaylığı”ndan çekilmişler!.. Böylece; “tufan” ve “sivrisineğe” bile lüzum kalmadı, Recai Yıldırım, bir “kaset”le yıkıldı!..
Dilerim ki, bundan sonra “Allah’a isyan” etmez!..
******************************************************
Büyük lokma ye büyük konuşma
************************************************************
Kur'an'da ''HAYIR'' sesleri! 23 Şubat 2011 Çarşamba Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk “Hayır!” (Kellâ) veya aynı anlamda “Bilakis, hayır, öyle değil” (Bel) dedikleri acaba nedir? Bu önemli.Çünkü ilk neye hayır denmişse esas itiraz da onadır ve en önemli sorun olarak da o görülüyordur. Kur’an’da nuzül sırasına göre yaklaşık ilk 40 sure boyunca 16 “Hayır!”denilen sure yeri tespit ettim. Sure içlerindeki tekrarları da katarsanız 20’yi geçiyor. İlk mesajlar boyunca adeta çığlık çığlığa bir itiraz ve hayır sesleri yükseliyor. Hiç atlamadan sırasıyla dizdim. Altlarda da kısa açıklamalarla izahat yaptım. Bakın, bunlar nereler. *** [HAYIR! İnsan zenginliği kendine yeterli görünce tuğyan eder. Oysa sonunda rabbinedir dönüş. Bak şu bir kulu içtenlikle yönelirken yasaklamaya kalkana… HAYIR! Bu yaptıklarına bir son vermezse onu alnından tutup sürükleyeceğiz. O yalancı, ar damarı çatlamış alnından. O zaman çağırsın toplanıp durduklarını Biz de çağıracağız zebanîleri, HAYIR! Sakın ona boyun eğme, sen secde et ve yaklaş!] (Alak; 6-14, 15-19) Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk suresi olan Alak peşpeşe “Hayır!” (Kella!) itirazları ile başlıyor. Görüldüğü gibi Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk suresi zenginlik ile tuğyan arasında ilişki kurarak başlıyor. Kur’an, ilk sosyal tesbit olarak “zenginliğe”dikkat çekerek başlıyor. İlk olmasının anlamı şu ki sonraki bütün“üsttekileri” niteleyen ayetler bununla ilgilidir: Mal biriktiren (mustağnî) servetiyle azgınlık eder (tuğyan), servetine yaslanarak büyüklenir (mustekbir), emredip yasaklar koyarak zulmeder (zâlim), mülküyle ortak koşar (muşrik), hegemonya kurmaya yeltenir (ceberrut), gururlanır (mağrur), inkar eder (munkir), yok sayar (mulhid) Demek ki “tuğyan”, kişinin “zenginliğini” kendine yeterli görmesi (mustağnî) ve ardından bu zenginliğe yani mal ve iktidar gücüne dayanarak emir ve yasak (nehy) koymaya başlaması ile oluyor. Buna bir toplumda mal ve iktidar sahiplerinin (üsttekilerin) halk (alttakiler) üzerinde kurduğu“hegemonya” diyoruz. Şu halde Ebu Cehil’in şahsında anlatılmak istenen zenginlerin mustağnîleşerek insanlar üzerinde emir ve yasak (nehy) koymaya kalkması ve böylece haddini aşması (tuğyan) toplumların en önemli sorunu oluyor. Dikkat ediniz! Mustağnîlere ve bunların tuğyan ve hegemonyasına “Hayır!”(Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab. *** [Tek başına yarattığım o adamı bana bırak Uzayıp giden mal verdiğim, Gözünün önünde oğullarıyla, Nimetimi döşedikçe döşediğim o adamı… Hala gözü doymuyor; verdiğimden daha fazlasını istiyor. HAYIR! O ayetlerimize karşı inat etti. Onu dimdik bir yokuşa süreceğim.] (Müddesir;11-15) Rivayete göre burada kastedilen şahıs “Kabe çetesinin” elebaşlarından tefeci bezirgân Velid bin Muğire idi. Hadsiz hesapsız zenginliği vardı. Mekke’den Taif’e kadar uzanan, deve, at ve koyun sürüleri, Taif’in bağ ve bahçeleri, sulak arazileri, bol nakit parası, kendisinin bile hesabını tutamayacak kadar çok serveti vardı. Onun için kendisine Velid bin Muğire el-Vahid (Zenginlikte tek, eşi benzeri olmayan Muğire oğlu Velid) denmekteydi (Razi, Kurtubi, Taberi). Bugünkü tabirle o bir para babasıydı. Onun için ayette“şehrin en zengin tek adamı” olarak anılmasına nazire olarak “tek başına yarattığım” deniliyor. Uzayıp giden mal (mâlen memdûd), gözünün önünde oğullar (benîne şuhûdâ), onun için döşedikçe döşediğim (mehhedtü lehu temhîdâ) ifadeleri, şehrin bu eşşiz/tek olarak anılan en büyük zenginini tasvir içindir. Kur’an şehrin en büyük zenginini hedef tahtasına oturtmakta ve adeta “İşe buradan başlayacaksınız” demektedir… Dikkat edeniz! Şehrin en büyük zenginine “Hayır!” (Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab. *** [HAYIR! Ay dile gelsin! Biten gece dile gelsin! Ağaran tanyeri dile gelsin! Hiç şüphesiz o gerçekten büyük bir olaydır! Bu insanoğluna bir uyarıdır! İyiyi veya kötüyü seçmek isteyen herkes için bir uyarı! Her insan kazandığının esiridir. Ancak iyiyi seçenler cennete girecek. Oradan suçlulara soracaklar; “Sizi ateşe sokan nedir?” Şöyle diyecekler: “Biz musalli değildik. Yoksulu doyurmazdık. Dalanlarla beraber dalanlardık. Din gününü yalan sayardık. Gerçeğin ta kendisi olan ölüm gelinceye kadar hep böyleydik.] (Müddesir;32-47) “Biz musalli değildik, yoksulu doyurmazdık” ayeti bu anlamda, hemen birkaç sure sonraki Maun suresi ışığında düşünülmelidir. Bu durumda mana “Biz aslında musalli idik (salât ederdik) ama bu yoksulu doyurmaya teşvik etmeyen bir salât idi. Onun için de salâtımız yüzümüze çarpıldı ve kabul edilmedi, hiç salât etmemiş durumuna düştük.” şeklinde olur. Çünkü müşrikler Kabe örtüsünü değiştirme, hacılara su dağıtma, içindeki putlarla beraber Kabe etrafında dönme, alkış, ıslık, ayakta durma (kıyam), bir şeyler okuma (kıraat), eğilme (ruku), yere kapanma (secde) gibi ritüelleri yerine getiriyorlar ve bunları yapana da “musallî” diyorlardı. “Vay o musallilere ki yoksulu doyurmaz, yetimi hor görürler. Onların yaptığı salât boştur, gösteriş yapıyorlar.” ne demek anlaşılıyor olmalı. Dikkat ediniz! Salât ile yoksulu doyurmayı teşvikin (yoksul ile beraber olmanın) arasını ayıranlara “Hayır!” (Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab. *** [Şu halde onlara ne oluyor ki bütün hatırlatmalardan yüz çeviriyorlar? Sanki aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri gibiler. Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye istiyor. HAYIR! Onlar ahiretten korkmuyorlar. HAYIR! Bu bir hatırlatmadır! Dileyen onun üzerinde düşünüp öğüt alır. Allah lâyık görmedikçe de düşünüp öğüt alamazlar. Düşünüp öğüt alan ise sakınanlardan ve bağışlananlardan olur.] (Müddesir;45-56) Daha önce “gözleriyle seni devirecek gibi bakarlar” dendiği gibi, burada da hatırlatmayı (zikr) her duyduklarında “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşekleri” benzetmesi yapılıyor. Allah’a ve ahirete inanan (fakat korkmayan), salât eden, tavaf yapan, hacılara su dağıtan, Kabe’nin örtüsünü değiştiren ve fakat “uzayıp giden mallar”,“gözünün önünde oğullar” ve “döşendikçe döşenmiş nimetler”sahibi olduğu halde “Hala gözü doymayan; daha da fazlasını isteyen”birisi hangi hatırlatma (zikr) sebebiyle aslandan kaçan ürkmüş eşek gibi olur? Hangi hatırlatmayı her duyduğunda sanki gözleriyle devirecekmiş gibi bakar? Düşünün… Rivayete göre Mekkeli kafirler şöyle derdi: “Her birimize gökten, başlığında “Alemlerin Rabbi’nden falan oğlu filana” hitabı bulunan ve içinde Muhammed’in söylediklerine uymamız gerektiğini emreden bir mektup, sahife veya kitap gelmedikçe inanmayız.” (Razi, İbn Kesir Kurtubi). “Her biri kendisine özel nama yazılı davetiye istiyor.” ifadesi bu iddiaya cevaptı. Açıktır ki, bu, mal ve oğullar (servet, çevre, nüfuz) sahibi kişinin narsist (kendine hayran) kişiliğini yansıtır. Allah’tan kendine özel davetiye istiyor!“Eşitliğe” yanaşmıyor ve sıradan bir muhatap olmak istemiyor! Sanki Allah’tan kendisine nama yazılı özel hatırlatma (zikr) gelse “aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeği” gibi olmayacak? Ne kadar da tanıdık tuzu kuru bahaneler, değil mi? Dikkat ediniz! Kendine özel davetiye isteyenlere, eşitliğe yanaşmayanlara; bu hatırlatmayı duyunca aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeklerine dönenlere“Hayır” (Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab! *** [HAYIR! Dile gelin kaybolan yıldızlar! Dile gelin akan gezegenler! Dile gel ey kararan gece! Dile gel ey ağaran tanyeri!; “Bu Kur’an şerefli bir peygamberin sözüdür, Karakteri sağlam, görkem sahibinin katında saygı değer, Sözü dinlenen, emin birisidir, Arkadaşınız cinlerle konuşan (mecnun) değildir. Onu apaçık ufukta gördü. Ğayb konusunda cimri değildir.] (Tekvir;15-25) Yani: Kırk yıldır aranızda bulunan, kendisiyle arkadaşlık ettiğiniz, düşüp kalktığınız bu öksüz Muhammed’in Allah katında ve aranızda saygıdeğer bir kişiliği vardır; sağlam karakterli, sözü dinlenen, güvenilir, emin birisidir. Bunu böyle olduğunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Şu halde ona cinlerden haber getiriyor vs. nasıl diyorsunuz? Bilakis o Allah’ın nefesi, vicdanın ve merhametin dile gelen soylu sesidir! Muhammed vahiyler alıyor (ğaybtan bilgiler veriyor); fakat onu kâhinlerin kendilerine saklamaları gibi kendine saklamıyor. Hepsini açıklıyor ve bu açıklamalarından dolayı kâhinler gibi ücret istemiyor. Vahiy onun mesleği değil. Bu vahiyleri size kendini zengin etmek için getirmiyor. O bir din tüccarı, iman taciri, umut hırsızı, kâhin, rahip, din adamı veya sihirbaz değil. Allah’tan aldığı ne varsa onu olduğu gibi söyleyen vicdanın sesi o! Dikkat ediniz! Bilgi cimriliği yapanlara/tekeline alanlara: din baronlarına, mecnûnlara, kâhinlere, sihirbazlara “Hayır!” (Kella!) diyerek başlıyor bu Kitab. *** [Arınıp temizlenen, Rabbinin adını hatırlayıp O’na yönelen kurtulacak. HAYIR! Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahirettir daha hayırlı ve sürekli olan… Bu hatırlatmalar ilkçağların sayfalarından beri yapılıyor. İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden beri…] (A’la;14-19) “Dünya hayatını tercih ediyorsunuz…” ifadesi Kur’an bütünlüğü içinde“dünya malına” meylediyorsunuz anlamındadır. Kavmin mülk (servet ve iktidar) sahipleri kastediliyor. “Arınıp temizlenen kurtulmuştur…” tabiri ise Kur’an bütünlüğü içinde“malından veren” arınıp temizlenir anlamındadır. Bir sonraki surede arınıp temizlenmekten (tezkiye) maksadın ne olduğu aynen böyle tefsir edilir. Üzerinde ihtiyaçtan fazla mal olup ondan rahatsız olanlar ve bundan dolayı da verenler kastediliyor. (bkz. Leyl; 12-21) “İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden beri hatırlatılan…” dan maksadın ne olduğu ise surenin başında cehri ve hafi olan şeklinde ifade edilmişti. Daha geniş olarak aynı ifade (İbrahim ve Musa’nın sahifeleri) ileNecm suresinde açıklanır: “İnsanın emeğinden (sa’y) başka hakkı yoktur!” (bkz. Necm; 33-54 ). İnsanlıkta temel, kalıcı, sürekli olan, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden beri hatırlatılan gerçekler bunlardı. Fakat “Nimet sahipleri” (uli’n-ni’me) bunlara “eskilerin masalları” der dururlar… Dikkat ediniz! Dünya hayatına (malına) meyledenlere (meyl=mâl), vermeye yanaşmayarak arınmayanlara, İbrahim ve Musa’nın sahifelerinden beri söylenegelen “İnsanın emeğinden başka hakkı yoktur” ölümsüz ilkesine “Eskilerin masalı” diyenlere “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu Kitab. *** [HAYIR! Siz öksüze ikramda bulunmuyorsunuz. Birbirinizi yoksulu doyurmaya teşvik etmiyorsunuz. Elinize geçeni hiç bir sınır tanımadan yedikçe yiyorsunuz. Malı çok seviyorsunuz, yığdıkça daha çok seviyorsunuz.] (Fecr; 17-20) Demek ki mesele Allah’a inanmak, salât etmek, oruç tutmak, tavaf etmek, Kabe’nin örtüsünü değiştirmek değildi. Bunların hepbini müşriklerde yapıyordu. Asıl mesele işte bu ayetlerde ortaya konan hususlardı. İlk sure olan Alak’taki “Hayır! İnsanoğlu muhakkak ki tuğyan eder. Zenginliğini kendisine yeterli gördüğü için…” itirazının peşpeşe gelen“Hayır!”lar ile nasıl tefsir edildiğini görün. Dikkat ediniz! Öksüzü korumayanlara, yoksul ile beraber olmayanlara (doyurmaya teşvik etmeyenlere), yedikçe yiyenlere, malı çok sevenlere, yığdıkça daha çok sevenlere “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu kitab. *** [HAYIR! Yeryüzü peş peşe sarsılıp paramparça olduğu zaman, Rabbin ve güçleri bütün görkemiyle geldiği zaman, İşte o gün cehennem orta yere konacak. İnsan o gün hatırlar, ama bu hatırlama neye yarar? Diyecek ki “Keşke ömrümü boşa harcamasaydım.” Artık o gün Allah’ın ettiği azabı kimse edemez. O’nun kıskıvrak bağladığı gibi kimse bağlayamaz… Ama ey vicdanı rahat olan kişi, sen! Sen dön Rabbine, sen O’ndan, O senden razı olarak. Gir kullarımın içine. Gir cennetime!] (Fecr; 21-30) Burada ki hatırlama (zikr) birkaç sure önce (Müddesir) şehrin mal ve iktidar sahiplerini her duyduklarında “gözlerini devirecek gibi baktıran” ve“aslan görmüş yaban eşeği gibi kaçırtan” hatırlatma (zikr) idi. Onlar peş peşe sarsılıp yıkılacakları ve yaman bir hesabın pençesine düşecekleri konusunda uyarılıyorlar. Bu sahne aynı zamanda toplumsal bir altüst oluşla yerlerinden sökülüp atılacakları (devrim) anını da resmediyor. Ki bu Mekke’nin Fethi günü gerçekleşmiştir. Vicdanı rahat olan kişilik (nefsu’l-mutmainne) bu durumda, sure bütünlüğü içinde isteneni yerine getirerek görevin yapan kişi oluyor. Yani sürekli vurgulanan “malından vererek kendini arındıran (tezkiye) kişilik”, “öksüze ikram eden”, “yoksulu doyurmaya teşvik eden” , “eline geçeni hiçbir sınır tanımadan yedikçe yemeyen”, “malı ve yığmayı sevmeyen” kişilik oluyor. *** [Bir zenginlik/çoğaltma yarışıdır oyalanıp duruyorsunuz. Mezarlarınıza girinceye kadar süren bir oyun ve oynaş… HAYIR! Yakında bileceksiniz. Kesinlikle HAYIR! Çok yakında bileceksiniz. HAYIR! Daha derinden bakabilseydiniz, Ateşe yuvarlanmakta olduğunuzu görürdünüz. Kendi gözlerinizle onu apaçık göreceksiniz. O gün her nimetten bizzat sorgulanacaksanız.] (Tekâsür; 1-8) Görüldüğü gibi ayetler bir ekonomi-politik eleştiriden ziyade psiko-metafizik eleştiri yapıyor. Ekonomi-politik bir sistemin insan ruhundaki köklerine iniyor. Çünkü insan ruhunda kökleri olmadan hiçbir sistem ayakta duramaz. Mekkî ayetlerin genel özelliği budur zaten. Medine’ye gelince ise sistem vaazı ve kurallar başlar. Ama işin önce insan ruhundaki köklerine inmek ve orayı kurutmak gerektiğinden buradan başlıyor. Zaten bir dinden beklenen de esasında bu değil mi? Kapitalizm’in kurucu babalarından Adam Smith 1776’da yazdığı “Milletlerin Zenginliği” adlı kitabında Kapitalizmin insan ruhundaki köklerinin bencillik ve aç gözlülük olduğunu söyler. Ve bunun her ne kadar ahlaken bir düşüklük gibi görülse de toplumsal fayda açısından yararlı olduğunu, böylece bencil çıkarları peşinde aç gözlüce koşan insanların piyasayı canlandıracağı ve bu sayede bolluk olacağını söyler. Madem Kapitalizmin insan ruhundaki kökleri budur, o halde, işe ilk önce buradan başlanmalıdır. Bunun için kapitalizmin panzehiri, Tekâsür suresinde yapıldığı gibi önce psikolojik-metafizik eleştiridir. Bunu es geçen, dahası bu konuda birikimi, donanımı ve dili bulunmayan Marksizm son derece yetersiz ve güdük kalmıştır. Marx’ın ekonomi-politik analiz ve eleştirisi ise yeniden üretilmek kaydıyla iyi bir başlangıçtır. Dikkat ediniz! Tekâsür (zenginlik yarışı) çılgınlığına kendini kaptırmışlara defalarca “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu Kitab. *** [HAYIR! Bu sadece düşünmeye çağıran bir öğüttür. Kim istekliyse düşünüp öğüt alır Değerli sayfalardadır bu çağrı; üstün, tertemiz sayfalarda… Elçilerin elleriyle her yana yayılır; saygıdeğer, kıymetli elçilerin… Şu kahrolasıca insan ne kadar nankördür. Hiç düşünmez mi, hangi şeyden yaratılmış? Allah bir damla sudan yaratır insanı, sonra doğasını belirler. Sonra yürüyeceği yolu kolaylaştırır. Sonunda ölüm verir, mezara koyar. Vakti zamanı gelince de onu yeniden diriltip ortaya çıkarır!] (Abase; 11-22) Mustağnîler (zenginliklerini her şeye yeter sanan şehrin ileri gelenleri) kör ve yoksul bir adam geldi diye surat asıp öte tarafa dönüp gidince, onların bu yaptıkları mercek altına alınıyor ve oradan tüm mustağnîlere ders mahiyetinde “ölüm ve mezar” hatırlatılıyor. Ve denmek isteniyor ki: Bunlar yaşarken yoksullarla aynı mecliste oturmaktan, onlarla eşit hale gelmekten kaçsalar da “en büyük eşitleyici ilke olan ölümden” kaçamayacak, mezara girmekten kurtulamayacaklar. Çünkü yaşarken aynı mecliste bulunmak istemedikleri yoksulla, mezarda aynı toprağın altında yan yana gelecek, eşitlenecekler. İşte o zaman “aynı mecliste oturacaklar” ama iş işten geçmiş olacak! *** [HAYIR! Gerçek şu ki (insan), O’nun emrini hiçbir zaman yerine getirmedi. Bir baksın insan yediklerine, Nasıl suyu bolca indirmekteyiz, Sonra toprağı sürüp ekmekteyiz. Böylece orada nasıl tahıllar yetiştirmekteyiz; üzüm bağları, yonca tarlaları… Zeytin ağaçları, hurmalıklar… Yemyeşil ormanlar, meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz… Bütün bunlar hep sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için…] (Abase; 23-32) Mustağnilere kendi sonları olan ölüm ve mezar hatırlatıldıktan sonra, böbürlendikleri mal ve mülklerinin “tek bir çığlık” ile ellerinden gideceği hatırlatılıyor. Bahçe sahipleri kıssasında anlatılan yok oluş ve helakın tekrar hatırlatılması… Bu çığlık (sayha) o aşağılayıp durdukları, aynı mecliste oturmak istemedikleri körlerin, ezilenlerin, yoksulların, kimsesizlerin, çaresizlerin “devrim çığlığı” olabileceği gibi, “kıyamet çığlığı” da olabilir. Her ikisi de kükreyerek yükselen “sayha” (çığlık, gürültü) demektir. Bu nedenle denmek isteniyor ki: Zenginler, elde ettikleri o üzüm bağları, yonca tarlaları, zeytin ağaçları, hurmalıklar, koruluklar, meyveler ve meraları kendi mülkleri sanmasınlar. Bunların hepsini Allah insanlar ve hayvanları için yaratmıştır. Yaratan onlar değildir. Bunları “zenginler arasında dönüp dolanan bir tahakküm aracı (devlet)” haline getirmekle ateşe davetiye çıkarmaktalar… *** [Kıyamet günü dile gelsin! Vicdan azabı çeken nefis dile gelsin! “İnsan kemiklerini tekrar bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? HAYIR! Onu parmak uçlarına kadar yeniden var etmeye kadiriz!” Fakat insanoğlu önündeki gerçeği inkâra kalkışıyor. Soruyor: “Şu kıyamet günü ne zaman gelecekmiş?”] (Kıyamet;1-6) Görüldüğü gibi burada da “nimet sahipleri” yıkılış ile tehdit ediliyor. Kur’an’da ayağa kalkış (kıyâmet), diriliş/canlanış (ba’as) ve çıkış/meydana atılış (hurûc), nefes/soluk (sûr), toplanış (haşr) kavramları, daha sembolik okuyuşla bir toplumsal altüst oluş halinin safhalarını da ifade eder. Bu durumda rüzgar (rîh), çığlık (sayha) ve tufan örneğin toplumsal rüzgarın giderek artması, çığlığa dönüşmesi ve tufandan (devrim) sonra toplumun yeniden kuruluşunu ifade eder. Özellikle Mekkî surelerde çokça görülen ve ilginçtir “Mekke’nin fethinden” sonraki ayetlerde pek görülmeyen yıkılış ve helak sahnelerini bu şekilde okumak da mümkündür. Bu durumda bildiğimiz anlamda “uhrevî” baas, kıyamet, cennet ve cehennem; mezardaki ölülerin dirilmesi, ayağa kalkması, cennete ve cehenneme atılması itikat olurken, “dünyevî” baas, kıyamet, cennet ve cehennem de toplumun üzerinden ölü toprağını atması, uyanması, ayağa kalkması ve ardından ideal toplumun (cennet) kurulması ve zalimlerin cezalandırılması (cehennem) demek olur… Bu türden ayetleri her iki yüzüyle de okumak mümkündür. Dünyevî yüzüyle okumakla beraber, uhrevî yüzüne de itikat etmek gerekir. Bunun anlamı “Burada olmazsa orada, ergeç olacak bu” manasına gelir… *** [HAYIR! Kaçacak hiçbir yer yok. O gün varıp sığınılacak tek yer Rabbindir. O gün insana yaptığı ve yapmadığı her şey haber verilecek. Dahası insan mazaret arayıp yaptıklarını gizlemeye çalışsa da… Bizzat kendi vicdanından kaçamayacak. Öyleyse aceleye getirip yaptıklarına mazeret arayıp durma. Çünkü yaptıklarının bir bir anlatılması Bize aittir. Yaptıklarını bir bir anlattığımızda sen sadece dinle. Yapıp ettiğin her şeyi açıklamak Bize aittir.] [Kıyamet;11-19) Görüldüğü gibi burada mustağnîlerin muhakeme edilirken ne duruma düşeceği canlandırılıyor. Hem Mahkeme-i Suğra (dünyadaki mahkeme/küçük mahkeme), hem de Mahkeme-i Kübra (Ahiretteki mahkeme/büyük mahkeme) önünde müstağnînin (nimet sahibi/mal ve oğul sahibi/bahçe sahibi/sutun sahibi/köşk-kaşane sahibi) hal-i pür melalini resmediyor… *** [HAYIR! Siz hep şimdi olanı seviyorsunuz. Sonrayı bırakıyorsunuz. Bazı yüzler o gün sevinçten parlayacak. Rablerinden umacaklar. Bazı yüzler ise o gün mosmor kesilecek. Belkemiklerini çatırdatacak yaman bir hesabın gelmekte olduğunu anlayacaklar.] (Kıyamet; 20-25) “Şimdi olanı (âcile) sevmek” Kur’an bütünlüğü içinde dünya malına, servete, altına düşkünlük demek oluyor. Nitekim aynı kökten gelen kelime Samiri’nin buzağısı anlatılırken de kullanılır. Bu durumda, “süs eşyalarından buzağı (ı’cl) yapmak” süs, altın, para, servet hırsından vazgeçememek ve bunu elde etmek için Firavun’a yaranmak, ona kölece sığınmak, bunun için de onun soğanına, sarımsağına, mercimeğine, yeşilliğine razı olmak demek olur. Nitekim “Onların kalplerine buzağı (ı’cl) içirildi”(Bakara; 2/93) ifadesi bunun esasında kalpte olan/içsel bir durum olduğunu gösterir. Demek ki dışarıdaki put (buzağı) içe içirilmişin/işlemişin; tutkunun, ihtirasın mücessem ifadesi (ıclen cesedâ) oluyor. İşte yukarıdaki bölümde Mekke’li “Samirî”lerin de aynı durumda olduğu ifade ediliyor… Dikkat ediniz! Şimdi olanı (acile) yani altını, serveti sevenlere “Hayır!”(Kella!) diyerek başladı bu Kitab. *** [HAYIR! Ne zaman ki can boğaza dayanır… “Doktor yok mu?” diye bağrışılır… Ayrılık vaktinin geldiği anlaşılır… El ayak birbirine dolanır… İşte o zaman kişi Rabbine gittiğini anlar. Gel gör ki ne söze inandı, ne yöneldi. Bilakis yalan dedi, sırt çevirdi. Hep kibirlendi; tarafı etrafı kendine yeter sandı. Yazıklar olsun böylesine, yazıklar olsun!] (Kıyamet; 26-35) Rivayete göre Hz. Peygamber bir gün Ebu Cehil’in yakasından tutup “Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun!” diyerek ona ölümü ve kıyameti hatırlatmıştı. Ebu Cehil de Hz. Peygamber’in elini silkip atarak, “Bırak şu yakamı, sen kiminle konuştuğunu sanıyorsun. Sen de Rabbi’nde bana bir şey yapamaz” diyerek kibirli kibirli adamlarının yanına gitmişti. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Hz. Peygamber’in Ebu Cehil ile tartışırken kullandığı “Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun” (evlâ leke feevlâ) ifadesi burada aynen ayetleşmiştir (Katade, Kelbi, Mukatil). Görüldüğü gibi surenin son bölümü ölüm temasını işliyor. Ölüm temasının ilk mesajlar boyunca sürekli hatırlatılması, son ayetlerde “nutfe”, “akıtılan meni” , “pıhtı” vurgularının yapılması ve ardından erkek ve kadın iki eş olarak varedildiğinin söylenmesi oldukça anlamlıdır. Keza vareldilme/yaratma/yapma anlatılırken “fesevvâ” kelimesinin kullanılması da çarpıcıdır: Bu, şekil verdi/eşit kıldı yani kadın ve erkek olarak ayrı ayrı “farklı şekil verdi ve fakat “eşit kıldı demektir. Ardından son cümlede “Bunu yapan ölüleri diriltemez mi?” diye sorulması ölümün ve eşitliğin birbirini tamamlaması içindir. Çünkü ölüm en büyük eşitleyici ilkedir ve kendini bu eşitlikten ayıran insanlar ölümle tekrar ilk yaratılış anına dönerler. Bu soru aynı zamanda ölü toprağı serpilmiş bir halkın dirilmesi manasında “toplumsal dirilişi” ima ettiği gibi, mezarlarda yatan ölülerin “yeniden dirilişi” manasında itikat ifade eder… Dikkat ediniz! Tarafına etrafına güvenerek kibirlenenlere “Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu Kitab. *** [Dedikodu yaparak alay eden herkesin vay haline! Vay haline o boyuna mal istif ederek sayıp durana! Sanır ki malı kendisini sonsuza dek yaşatacak. HAYIR! O yalayıp yutan bir vakuma atılacak.] (Hümeze; 1-5) Rivayete göre buradaki eleştirilerin hedefi Umeyye bin Halef’ti. Demek ki bu karakter üzerinden diğer tüm zengin kodamanlar hedef tahtasındadır… Bu durumda alay edip (humeze) dalga geçme (lumeze) bir zengin küstahlığı olarak ele alınıyor. Mal toplayıp bununla sonsuza kadar yaşacağını zanneden kişinin müstağni kibrini resmeder. Onlar biriktirdikleri bu mallarla yoksullarla alay ederler: “Kursaklarında ekmeğim var”, “Ekmeğini ben veriyorum”, “Züğürtler, baldırı çıplaklar”, “Açlıktan ağızları kokuyor” vb. laflarla küstahlıklarını göstermiş olurlar. İşte hümeze ve lümeze bu türden bir alay, dalga geçme ve dedikodudur. Dikkat ediniz! Mal yığanlara, dönüp dönüp tekrar sayanlara, yığdıklarına güvenerek yoksularla alay edenlere, dalga geçenlere, yukarıdan bakanlara“Hayır!” (Kella!) diyerek başladı bu Kitab. *** Kur’an’ın ilk altı yıl boyunca inen surelerinde (yaklaşık ilk 40 sure) “Hayır!”(Kella!) geçen yerleri gördünüz. Nelere “Hayır!” (Kella!) dendiği apaçık ortada. Gözler kör olmaz kalplerdir kör olan
Alıntı: İhsan Eliaçık / ihsaneliacik.org www.epruli.com
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 4 ziyaretçi (33 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 21 ziyaretçi (23 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|